🪀 Allah Tan En Çok Korkanınız Benim
Ali Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs, Osmân İbnu Maz'un'dur- şunları söyler: "Allah'a kasem ederim ki Allah'tan en çok korkanınız ve onun yolunda en muttaki olanınız benim. Buna rağmen (hem) oruç tutar (hem) yerim. Namaz da kılar, istirahat da ederim. Kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir."
Benimiçin insanın inançlı olması yeterli çünkü. Yalnız ailesi müslüman olmamı şart koşuyor. Kur'an-ı Kerim'i okumamışlar ve Mâide suresinin 5. ayetini de bilmiyorlar. Allah'a yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok takvalı olanınızım. Bununla birlikte ben oruç da tutarım, oruçsuz da
Bumertebe Resulullah Efendimiz “Allah’ı en çok bileniniz benim, O’ndan da en çok korkanınız benim” buyurmuşlardır. Zaten Allah’tan başka bir şey yoktur, ama bunu idrak edip, kendini nefsini Hakka teslim edeni Allah, kendi nefsine Zatına zuhur mahalli olarak seçerek, diyetide O olmaktadır. Bunu Musa (as)
Allaha yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan daha iyi bilir ve Allah'a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyarım." [1] "Sizin içinizde Allah'tan en çok korkanınız benim. Ama ben oruç tutarım, iftar da ederim. Geceleri ibadet ederim ama uyurum da. Kadınlarımla da görüşürüm.
Allahın yasak ettiği şeylerden herkesten ziyade ictinâb etmiş ve “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demiştir. Üstelik fevkalâde daimî harbler ve mücâdeleler içinde, tam tamına ibâdetlerin en ince sırlarına kadar riâyet etmesi, hatta harb devam ederken dahi namazı cemaatle kılması, elbette dâvâsına
Dahasonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak
AllahTeâlâ Peygamberleri Niçin Uyarır? Peygamberlerin en küçük bir kusur yüzünden muaheze edilmelerinin sebebi, diğer insanları veya peygamber derecesinde olmayan muttaki mü minleri uyarmaktır. Onlara hatâ ettikleri takdirde hesaba çekileceklerini hatırlatmak, zihinlerine günahtan sakınma bilincini yerleştirmektir. Böylece Cenâb-ı Hakın kendilerine verdiği nimetlere
9IBQe. Allah'tan Korkmak Allah'tan korkmak, büyük makamlardandır. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki Allah'tan ancak âlim olanlar korkar. Hadis-i şeriflerde ise şöyle buyuruldu Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur Sizin en akıllınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Allah korkusundan ürperip tüyleri kalkanın ağaçtan yaprak dökülür gibi günahları dökülür. Allah korkusundan ağlayan Cehenneme girmez. Günahını düşünüp ağlayanlar, hesapsız Cennete girecektir. Cenâb-ı Hak katında, Allah korkusundan akan gözyaşından ve Allah yolunda akan kandan sevgili damla yoktur. Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseden birisi de, yalnız iken Allahü teâlâyı hatırlayıp gözyaşı dökenlerdir. Allahü teâlâ'dan korkandan her şey korkar. Allah'tan korkmayanı her şeyle korkuturlar. Allahü teâlâ buyuruyor ki, "izzetim hakkı için, bir kulda iki korku, iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, Ahirette onu emin ederim. Ahıret hususunda emin ise, korkuturum. İnsan sevdiği şeylerin elden çıkmasından korkar. Sevdiği kimselerin sevgisini kaybetmekten korkar. Bunun için Allah'ı en çok sevenler, Allah'tan en çok korkanlardır. Keza Allahü teâlâ'yı en iyi tanıyanlar da O'ndan en çok korkanlardır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki En arifiniz benim, en çok korkanınız da benim. Allah'tan korkup günahtan sakınan kimselere "müttaki' denir. Müttakîler hakkında çok müjdeler vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Müttakîlerin hepsi hesapsız Cennete girerler. Alimlerimiz buyuruyorlar ki İnsan Allah'tan korkarsa, kalbi hikmetle dolar İnsanlar, fakirlikten korktukları gibi Cehennem'den korksalardı Cennet'e girerlerdi. Dünya'da korkan, âhırette emin olur. Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kalbler harap olmuştur. Allah'tan korkan kul, kendini hasta görüp ölüm korkusuyle bütün isteklerinden kaçınan kimsedir. Allah korkusunun sebebi, ilim ve marifettir. İlim ve marifet sahipleri, kendi ayıplarını, günahlarını ve ibâdetteki kusurlarını görerek, bunun yanında Allahü teâlâ'nın kendisine verdiği sayısız ni'metleri düşününce, yaptıklarından utanıp, kalbinde korku başlar. Bu kimsenin hâli şuna benzer Bir padişah bir kimseye iltifat ederek sayısız yardım ve ihsanlarda bulunsa, üstelik sadrazamlık rütbesi verse, bu kimsede, padişahın bu iyiliklerine karşılık nankörlük ve hıyanet etse, bunu da padişahın gördüğünü anlasa, o kimsenin kalbine bir korku ateşi düşer. Korkunun dereceleri vardır. İnsanın kendisini arzulardan men etmesine İFFET, haramlardan men etmesine VERA, şüphelilerden men etmesine TAKVA denir. Allah'a yaklaşmağa mâni olan her şeyden men etmesine ise SlDK denir. Böyle kimselere de SIDDÎK denir. Bir kimse Cehennemden korkar, tevbesiz öleceğinden korkar, gaflete düşüp kalbinin kararacağından korkar, nimetlerin çokluğu sebebiyle zevke dalıp âhıreti unutacağından korkar, bütün kusur ve kabahatlerinin ortaya dökülüp rezil ve rüsvâ olacağından korkar. En büyük korku da ezele ait olup imansız gitme korkusudur. Basiret sahipleri akıbetlerinin ne olacağından korkarlar. En büyük korku budur. Çünkü Allahü teâlâ'dan celâl sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmakdan daha üstündür. Çünkü bu korku hiç gitmez. Günâhı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca Niçin Allah'tan korkayım diye düşünür. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan Celâl sıfatı sebebiyle korkmak daha üstündür. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma Benden kükremiş arslan gibi kork! buyurdu. Çünkü arslan, senden korkmaz, öldürmek isteyince de seni bir kabahatinden dolayı öldürmez. Allahü teâlâ'yı da böyle düşünenin korkmaması mümkün değildir. Korkanların çoğu, akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Ebu Derda hazretleri buyurdu ki Hiç kimse, ölüm zamanında imanının geri alınmıyacağından emin olmaz. Sıddıklar kötü akıbetten çok korkarlar. Süfyan-ı Sevrî'yi ağlarken gördüler. Allah'ın afvı, senin günahından büyük olduğunu bilmez misin? dediler. İmanla öleceğimi bilsem, dağlar kadar günahım olsa yine korkmam. buyurdu. Mürid, günah işlemekten, arif ise küfre düşmekten korkar. İşte bu ilimlerden ve marifetten korku hâsıl olur. Korkudan ise zühd, sabır, tevbe, sıdk, ihlâs ve nihayet bunlardan da muhabbet hâsıl olur. Muhabbet makamı ise bütün makamların sonuncusudur. Marifet, kendini ve Rabbini bilmek demektir. Marifetten âciz olanlar ise, Allah'tan korkan marifet sahipleri ile sohbet etmeli, gafillerden uzak olmalıdır. Hazreti Ebu Bekir, o büyüklüğüyle, Keşke bir kuş olsaydım diye ağlardı. Hazret-i Aişe validemiz Adım ve sanım olmasaydı diye döğünürdü. Ata Sülemi Hazretleri, kırk sene Allah korkusundan gülmedi. Bütün Enbiya'lar ve Evliya'lar korktukları halde biz neden eminiz? Ya onların çok günahı vardı da bizim yok, yahuttâ onların marifeti çoktu da bizim marifetten haberimiz yok... Gerçekte ise günahların gafletinden dolayı eminmişiz gibi hareket ediyoruz. Büyükler ise marifetleri sebebiyle çok ibâdet ettikleri gibi, çok da korkarlardı. Allahü teâlâ'nın mekrinden emin olmak, öldürücü zehir olduğu gibi, O'nun rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min, daima ümit ile korku arasında bulunmalı dır. Nitekim Hazret-i Ömer buyurdu ki Eğer dense ki, Cennete yalnız bir kişi girecek, o kişinin kendim olduğunu ümit ederim. Yine dense ki, Cehenneme yalnız bir kişi girecek, o kimsenin kendim olacağından korkarım. Allahü teâlâ'nın rahmetini ümit etmek, kulu Cennet'e çeken yular gibidir. Havf, ya'ni Allah'tan korkmak ise, Cehennem'e düşmemek ve Cennete gitmesi için vurulan kamçı gibidir. Ümitten muhabbet doğar. Muhabbet makamından yüksek makam yoktur. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki Ölürken herkes, Allahü teâlâyı hüsn-i zan etmelidir. Allahü teâlâ buyuruyor ki Kulum beni zannettiği gibi bulur. Allahü teâlânın rahmetinden ümit eden ve kendi günahlarından korkan kimseyi Cenâb-ı Hak, korktuğundan emin eder ve ümit ettiğine kavuşturur. Günahlarının çokluğu sebebiyle ümitsiz olan birisine Hazreti Ali buyurdu ki Ümitsiz olma, Allahü teâlânın rahmeti senin günahlarından büyüktür. Rahmeti gazabını aşmıştır. Büyüklerden birisi vefat edince rü'yâda gördüler. -Allahü teâlâ sana nasıl muamele etti?diye sordular. Şöyle cevap verdi - Yaptığım işlerden sorguya çekildim. Bunu niçin yaptın, şunu niye böyle yaptın gibi sualler sordular. Korktum. Dedim ki, Ya Rabbi, seni bana böyle tanıtmadılar. Nasıl tanıttılar buyurdu. Kulum Beni zannettiği gibi bulur. Hadis-i kudsîyi söyledim. Sonra dedim ki, - Ya Rabbi, ben rahmet bekliyordum. Bunun üzerine Sana rahmet ettim buyurdu. Cennete götürdüler. Eşi benzeri bulunmayan ni'metlere kavuştum. Bir kimse, en iyi tohumu bulup, mümbit toprağa eker, yabani otlardan temizler, gübreler ve gerekli ilaçlamalarım da yapar. Allahü teâlâ da bu mahsûlü çeşitli âfetlerden korursa, bu beklemeğe ümit denir. İyi tohum atmaz, kültürel ve ilâçlı mücadelesini yapmazsa, üstelik toprak da mümbit değilse, bu tarla dan iyi mahsûl almak için beklerse, bu bekleyişe ümit denmez. Çünkü sebeplerin hepsine yapışmamıştır. Ama yine imkânsız olmadığı için buna temenni denir. Bunun gibi, doğru iman tohumunu kalbine yerleştirip, burasını fena ahlâk dikenlerinden temizlerse, ibâdet suyu ile iman ağacını sularsa, ölünceye kadar her türlü âfetlerden koruması için Allahü teâlâya sığınırsa, ya'ni gerekenleri geciktirmeden vazifesini zamanında yaparsa, buna ümit denir. İman tohumu doğru olduğu halde, kötü ahlâktan temizlenmez ve ibâdet suyu ile sulanmazsa, rahmet beklemek ahmaklık olur. Buna ümit denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder. Demek ki bütün sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur. Sebepleri ne atar, ne araya koyarsa temenni olur. Sebeplere yapışmazsa ahmaklık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Din işleri temenni ile doğru olmaz. O hâlde ihlâsla tevbe eden, kabul edildiğini ümit etmelidir. Tevbe etmediği hâlde günahına üzülürse, üzülmesi tevbeye sebep olur. Çünkü, Cehennem tohumu ekip, Cennet beklemekten büyük ahmaklık yoktur. Salih amel işlemeden, büyüklerin kavuştukları dereceyi ümit eden kimseden akılsızı yoktur. Ümitli olmak için Allahü teâlânın ni'met ve ihsanlarını düşünüp ibret almalıdır. Her bir kimse benim rahmetimden ümitsiz olmasın! âyet-i kerimesini düşünmelidir. Hadis-i şerifte, bu ümmete merhamet olunduğu, onların azabı dünyada çektikleri, hastalık, belâ, fitne, zelzele olduğu bildirilmiştir. Hadis-i şerif de buyuruldu ki Kul günah işleyip istiğfar ederse, Allahü teâlâ, ey meleklerim, bakın bu kul, bir günah işledi ve bir sahibi olduğunu anlayarak günahı için istiğfar edip afv diledi. Siz şahit olun ki onu afvettim. Altı saate kadar melek, kulun günahını yazmaz. Eğer istiğfar ederse hiç yazmaz. Tevbe ve taat etmezse, sağ taraftaki melek, diğerine der ki, defterinden bir günah düş, ben de ona karşılık bir sevap düşeyim. On günaha bir sevap rastlar. Dokuzu kendine kalır. Kul istiğfar ettiği müddetçe, yani istiğfar etmekten bıkmadıkça, Allahü teâlâ da afvetmekten bıkmaz, iyilik yapmağa niyyet edince, o işi daha yapmadan melek sevap yazar. Yaparsa on sevap yazar. Hattâ yedi yüz misline kadar yazar. Günah işlemeğe niyyet edince yazmaz. İşleyince bir günah yazar. Bir kimse Peygamberimize gelip, namaz ve oruçtan başka ibâdet edemediğini, parası olmadığı için zekât veremediğini ve hacca gidemediğini, hâlinin, ne olacağını arz etti. Resûlullah buyurdu ki -Eğer kalbini riya ve hasetten, dilini gıybetten ve yalandan, gözünü nâmahremden ve Allahü teâlânın kullarına hakaretle bakmaktan korursan Cennette benimle olursun. Bir Arap, Peygamberimize sual etti -Kıyamet günü hesabı kim yapacak? -Allahü teâlâ yapar. -Kendi kendine mi yapacak? -Evet... -Arap güldü. Peygamber aleyhisselâm sordu -Niçin güldün? -Kerîm olan galip olunca afveder, hesap sorarsa kolaylık gösterir. -Doğru söyledin. Allahü teâlâdan kerîm kimse yoktur. Sen akıllısın. Allahü teâlânın sevgili kullarından birini aşağı görmek, Kâbeyi yıkmaktan daha kötüdür. -Allahü teâlânın sevgili kulları kimlerdir? -Bütün mü'minler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Hadis-i şerifte buyruldu ki Allahü teâlâ, kıyamet günü, o kadar çok rahmet verir ki, hiç kimsenin kalbinden o kadarı geçmiş değildir. Hattâ şeytan bile merhamet olunacağını düşünerek başını kaldırır. Bildirildi ki, Cehennemden iki kişiyi çıkarırlar. Allahü teâlâ, Yaptıklarınızın karşılığını gördünüz. Çünkü ben zulmetmem. buyurduktan sonra Cehenneme götürürler. Birisi çok hızlı yürür, diğeri ise yürümez. Her ikisine bunun sebebini sorarlar. Hızlı yürüyen Emir, dinlememenin neye mal olduğunu anladım, onun için hızlı yürüyorum. der. Diğeri ise Rabbime hüsn-i zan ettim. Cehennemden çıkarınca, bir daha sokmaz diye ümit ettim. der. Her ikisini de Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile Cennete götürürler. Kaynaklar 1 Ehl-i Sünnet İtikadı, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Bedir Yayınevi, 1996, 2 Bir Bilene Soralım -1,3 Türkiye Gazetesi 3 Mürşid 4, İlmihal, Fetvalar, Turan Yazılım 4 Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN 5 Elmalı Tefsiri 6 Kütüb-i Sitte 7 Sevâd-ı Azam, Hakim Semerkandi, Bedir Yayınevi, 8 Buhari 9 Tirmizi İbn Ömer rivayet etmiştir.
- 0100 Son Güncelleme - 0100 Anasayfa > Haber > Allahtan en çok korkanınız benim! Süfyan bin Abdullah Sakafi anlatır Peygamber efendimize Ya Resulallah! Bana, İslamiyet hakkında öyle bir şey söyle de senden sonra, o hususta hiç kimseye sormayayım? dedim. Süfyan bin Abdullah Sakafi anlatır Peygamber efendimize Ya Resulallah! Bana, İslamiyet hakkında öyle bir şey söyle de senden sonra, o hususta hiç kimseye sormayayım? dedim. Resul aleyhisselam Rabbim Allah! de! Sonra da, istikamet et! buyurdu. Ya Resulallah! Benim hakkımda en çok korkacağın şey hangisidir? diye sordum. Kendi dilini tutarak İşte, budur! buyurdu. Hz. Enes bin Malikin bildirdiğine göre Peygamber aleyhisselamın Eshabından birkaç kişi ki, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Amr bin As ve Hz. Osman bin Mazundan ibaret üç kişilik bir cemaat, Peygamber aleyhisselamın Zevcelerinin evlerine geldiler. Peygamber aleyhisselamın gizlice yaptığı ibadetini sordular. Kendilerine haber verilince galiba, onları, az buldular ki Biz nerde, Peygamber aleyhisselam nerde! Allah, Onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır! dediler. Onlardan birisi Ben, geceleri, temelli namaz kılacağım! O birisi Ben de, hep oruç tutup duracağım, hiç bırakmayacağım! Başka birisi Ben, kadınlardan uzak kalacağım. Kadınlarla hiç evlenmeyeceğim! Kimisi Ben, hiç et yemeyeceğim! Kimisi Ben, döşek üzerinde yatıp uyumayacağım! dedi. Resul aleyhisselam, onların yanlarına vardı. Allaha hamdü senada bulunduktan sonra Şu cemaatlara ne oluyor ki, şöyle şöyle söylemişler! Yoksa, şöyle şöyle söyleyenler, sizler misiniz?! Vallahi, sizin, Allahtan en çok korkan ve sakınanınız, benim! Fakat, ben, hem namaz kılarım, hem de uyurum. Hem oruç tutarım, hem de tutmam. Kadınlarla da, evlenirim. Kim, benim Sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir! buyurdu. Onları, istikamet ve itidale sevk etti. Peygamberimlizin bir özelliği de sıddık oluşudur. Nitekim, yüce Allah Kim, Allaha ve Peygamberine itaat ederse, işte onlar, Allahın, kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerle, sıddiklarla, şehidlerle ve iyi insanlarla beraberdirler. Onlar, ne iyi arkadaştır! Nisa 69 buyurmuştur. Sıdk Doğruluk, sözü, haberi doğru ve gerçek söylemek, doğru ve gerçek sözlü olmak demektir ki, yalanın, yalancılığın zıddıdır. Tasavvuf büyüklerdine göre Sıdk, ölünecek yerlerde bile, hakkı, gerçeği söylemektir. Yalandan başka bir şeyin onu kurtaramayacağı bir yerde bile, doğruyu söylemektir. Her şeyin direğidir. Her şey, sıdk ile tamamlanır, düzenini, onunla bulur. Yarın Bütün insanların en doğru sözlüsü Piyasalar Fark % % % % % %
Yazılar / Tarih 24 Haziran 2011 Saat 1026 / Yüce Rabbimiz buyuruyor “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[1] Yani Allah katında alimler önemli ve değerlidir. –Neden? Âlimleri değerli kılan nedir? Bu sorunun cevabını da yine Yüce Rabbimiz vermektedir -“Çünkü kulları içinde Allah’tan gereğince korkan, Allah’ı layıkıyla seven, sayan ancak ve ancak âlimlerdir.”[2] Bunun içindir ki Sevgili Peygamberimiz “Sizin Allah’ı en iyi bileniniz benim, dolayısıyla Allah’tan en çok korkanınız da yine benim!”[3] buyurmuşlardır. Ebu Hanife’ye isnad edilen şazz bir kıraatte, Allah lafzı merfu okunur ve mana şöyle olur “Allah cc, sadece âlim kullarına saygı duyar, yani değer verir.” Bu izahlarda insanları hakir görmek değil, herkesi ilme ve âlim olmaya teşvik etmek hedeflenmiştir. ÂLİMLER PEYGAMBERLERİN VARİSLERİDİR. Ebû’d-Derdâ da diyor ki Ben Allah’ın Peygamberinden işittim; buyurdular ki “Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için, kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin Âbid’ten ibadet edenden üstünlüğü, ay’ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.“[4] “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.[5] Âlimim diyen, bildikleriyle yetinen cahil kalır. Cahilim diyen, bildikleriyle yetinmeyen ve ilim yolunda koşan da âlim olur. Peygamberimiz buyurmuşlar ki “İlim hazinedir. Anahtarı ise soru sormaktır. Öyleyse Allah size merhamet etsin sorun. İlimde üç kimse mükâfatlandırılacaktır. Söyleyen, dinleyen, tutan.”[6] “Malikî mezhebinin dışında kalan her üç mezheb köpeği “necisü’l-ayn=tam necis” kabul eder. Yani köpek bütünüyle necistir, pistir, derler. Dolayısıyla evlerde bulunması doğru değildir. Ancak köpek kelb-i muallem olursa yani kendisine av avlama öğretilmiş ve koyunları bekleme eğitimi verilmişse böyle bir köpeğin ağzına alıp getirdiği av yenir. Sürtünüp dolaştığı yerler temiz kabul edilir ve evde bulunması sakıncalı olmaz. İmam Fahruddin Razî bu hususu şöyle yorumlar “Bir köpek bile ilimden sadece av avlama işini öğrenir ve necisülayn olmaktan çıkarsa, hatta bir evin aile fertlerinden biri haline gelirse, ilim öğrenen insanın nasıl zirvelere ulaşacağını varın siz kıyas edin.”[7] İlmin azalması ve kalkması kıyametin alametlerinden sayılmıştır. Şöyle ki “İlmin kalkması, cehaletin her yerde görülmesi, zinanın yaygın hale gelmesi, içkinin içilmesi… kıyametin alametlerindendir.”[8] Bu dehşetli ortamlardan kurtulmak için ilme ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır. HER ON SEKİZ KİLOMETREDE BİR ÂLİM Mescid-i Haram’da insanlara vaaz veren bir âlimden dinlemiştim. Diyordu ki “Her on sekiz kilometrede bir âlim bulundurmak şeairdendir. Yani olmazsa olmazlardandır. Bu âlimleri bulundurmak, kollamak, korumak Müslümanların boynunun borcudur.” Hadis-i şerifte “İnsanlara iyiliği ve güzel yolu öğreten âlim ölünce göğün kuşları, yerin hayvanları ve denizlerin balıkları ağlar.”[9] buyurulmuş. Aleyhissalatu vesselam yine buyurmuşlar ki “Allah’ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun. Senin halifelerin kim ey Allah’ın Rasûlü? Demişler. Buyurmuş ki benim sünnetimi ihya eden, yolumu ve ahlakımı Allah’ın kullarına öğreten âlimlerdir.”[10] “İslam’ı ihya etmek için İlim peşinde olan her kime ölüm gelirse, cennette onunla peygamberler arasında sadece bir derece kalır. Peygamberlik makamına bu kadar yaklaşmış olur.”[11] “Bir İslam âlimi, bin tane ibadet eden abidden şeytana daha büyük sıkıntı verir.”[12] Onun için şeytanın en nefret ettiği kimseler âlimlerdir. Çünkü onları kolay kolay tuzağa düşüremez. Kötü emellerine âlet edemez. İLMİNÜSTÜNLÜĞÜ Şeyh Sadi Şirazî’nin Bostan ve Gülistan’ında şöyle bir kıssa vardır Âriflerden biri, tekkede arkadaşlarıyla yaptığı sohbeti ve arkadaşlığı bırakarak medreseye geldi. Dedim “İlim adamıyla kendisini dîne veren insan arasında ne fark vardır ki ibâdetle meşgul olanları bırakıp ilimle meşgul olanların arasına katıldın?” Dedi ki “İbâdetle meşgul olanlar Gemisini kurtaran kaptandır’ diyenler gibi dalgalar arasından kilimini kurtarmaya çalışır kendisini düşünür. Bu berikiler yani kendisini ilme verenler ise denize düşüp boğulmak üzere olanları kurtaranlardır.” Aslında tekkeyi ve medreseyi birbirinden ayırmamak lazımdır. Tekkede medrese, Medresede de tekke olmalıdır. Yani tekke ilimsiz, medrese takvasız olmaz. Olmamalı. İlim yapıyorum diye beş vakit namaz terk edilmez. İbadet edeceğim diye de ilim ihmal edilmez. ULÜ’L-EMR Yüce Rabbimiz, âlimlerin yerini ayette üçüncü sırada gösteriyor ve şöyle buyuruyor “Allah’a itaat edin, Rasûlüne itaat edin, bir de sizden olan ulu’l-emre itaat edin.”[13] Razi, ayette geçen ululemrden maksadın, en doğru görüşe göre âlimler olduğunu söylemekte ve şu fetvayı vermektedir Meliklerin hükümdarların âlimlere itaati vaciptir, ama âlimlerin yanlış icraatta bulunan meliklere itaati vacip değildir. [14] Çünkü âlim, ilmi; sultan dünyayı temsil ediyor. İlmin dünyadan üstün olduğu da inkâr edilmez bir hakikattir. BİR ÂLİM İÇİN EN BÜYÜK AZAP Ebu’l-Esved ed-Düelî demiş ki “Bir alime azap çektirmek istiyorsanız onu cahillere kadirbilmezlere arkadaş edin.” İşte böyle kadirbilmezlerin arasına düşen alimlerden biri de Ruhu’l-Beyan tefsirinin sahibi İsmail Hakkı Bursevî’dir. 1137/1725 Tefsirini 23 senede tamamlayan bu zat, halden anlamayanların, kadirbilmezlerin kötülemelerine, iftiralarına ve su-i zanlarına maruz kalmış, çok üzülmüş ve şu sözü söylemeye mecbur kalmıştır “Nasıl kurtulur o insanlar ki Allah onlara nasihat eden, ders yapan bir arkadaş vermişken; onlar onu kendilerine toslayan bir boynuz zannetmişler, ondan kurtulmanın gayreti içine girmişlerdir.” HOCASININ ELİNİ ÖPMEK İSTEYİNCE Muhyiddin Arabi ders aldığı hocasının elini öpmek istemiş. Hocası öptürmek istememiş. Muhyiddin israr edince, hocası -Evladım, bizim dinimizde el-etek öpmek yok, bilmiyor musun? Deyince Muhyiddin -Hocam sizin vazifeniz elinizi öptürmemek, benim vazifem de ne pahasına olursa olsun size saygı duymak ve elinizi öpmektir. Çünkü sizin benim üzerimdeki hakkınız ödenmez.” diyerek bir gerçeği ortaya koymuştur. Üstad Bediüzzaman da “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” demiştir. Demiştir ama böyle dediği için de milyonlarca insan tarafından beğenilmiş ve takip edilmiştir. Herkes kendisine yakışanı yapmıştır. Mevlana Cami’nin hacca giden talebelerinden bazıları, hacdan sonra hocalarını ziyarete gelmişler -Efendi Hazretleri, demişler, hacca gitmeden önce sizin anlınızda bir nur görüyorduk, şimdi onu göremiyoruz. Yoksa bizden sonra size bir hal mi oldu? Mevlana Cami -Evet bir şey oldu ama evlat, bana değil, galiba size bir şeyler oldu. Siz, benden aldığınız ilim, irfan ve feyizle bir noktaya geldiniz. O aşk ve heyecanla hacca gittiniz. Gittiniz ama bununla beraber ucup hastalığına yakalandınız. Kendinize ve amelinize güvendiniz. Yani kendinizi hocanızdan daha büyük, daha doğru görmeye başladınız. Bu ucup ve gururunuzdan dolayı daha önce görmüş olduğunuz nuru artık göremez oldunuz. Allah, heva ve hevesten, havalara girmekten, feyiz kaynağını, vel-i nimetini, her yanıldığında doğruları söyleyecek âlim vezirini unutmaktan ve unutulmaktan bizi korusun. Vehbi Karakaş / Risale Haber [1] Zümer, 39/9 [2] Fatır, 35/28 [3] Bkz. Müslim, Sıyam, 79 [4] Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19; İbn Mace, Mukaddime,17. [5] Seyûti, el Câmiu’s saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nr. 139. [6] El-Maverdî, Ebu’l-Hasen, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, 54 [7] Fahrurrazî, Tefsir’l-kebir, II, 193-194 [8] İbn Mace, Kitabü’l-Fiten, 25 [9] Fahrurrazî, Tefsirü’l-Kebir, II, 180 [10] Aynı yer [11] Aynı yer [12] Tirmizî, V, 48 [13] Nisa, 5/59 [14] Razî, I, 179
Hz. AiÅŸe radıyallahu anhâ anlatıyorHz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm, ruhsat ifade eden bir amelde bulunmuÅŸtu. Bazılarının bundan kaçındıklarını iÅŸitti. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir hutbe okudu. Âdeti vechile Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu"Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım ÅŸeyi beÄŸenmeyip, kaçınıyorlarmış, doÄŸru mudur bu? Allah'a yeminle söylüyorum, ben Allah'ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah'tan duyduÄŸum korku da onların duyduklarından çok daha fazladır." BuhârÃ, İ'tisam 5, Edeb 72; Müslim, Fedâil 127Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor"Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'in zevce-i pâklerinin hâne-i saâdetlerine bir gurub erkek gelerek Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın evdeki ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kim, biz kimiz? Allah onun geçmiÅŸ ve gelecek bütün günahlarını affetmiÅŸtir bu sebeple ona az ibadet de yeter' biri 'Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım.' dedi. İkincisi 'Ben de hayatımca hep oruç tutacağım, hiçbir gün terketmeyeceÄŸim.' dedi. Üçüncüsü de 'Kadınları ebediyen terkedip, onlara hiç temas etmeyeceÄŸim.' dedi.Bilâhere durumdan haberdar olan Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm onları bularak 'Sizler böyle böyle söylemiÅŸsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun, Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna raÄŸmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. Benim sünnetim budur, kim sünnetimi beÄŸenmezse benden deÄŸildir.' buyurdu." BuhârÃ, Nikah 1; Müslim, Nikah 5
Soru Dinimizin yüsr kolaylık üzere müesses olduğu ifade edilmesine rağmen mevcut tabloya baktığımızda hakiki Müslümanlığı yaşamanın kolay olmadığı görülüyor. Çelişki gibi görünen bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Cevap Öncelikle konunun doğru anlaşılması için kolaylık ve zorluğun yüsr ve usr izafi birer kavram olduğunun da altını çizmek gerekir. Yani bu mesele şahısların anlayış ve algılarına göre değişebilir. Bazı kimseler, alıştıkları hayat tarzının etkisiyle, yerine getirilmesi hiç de zor olmayan bir kısım dinî mükellefiyetleri zor bulabilirler. Tahkikî imana ulaşmış, kulluk şuuruna ermiş samimi mü’minler ise zor gibi görünen nice amelleri hiç zorlanmadan yerine getirirler. Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle dinin kolaylık olduğunu, Allah’ın, kullarının sırtına kaldıramayacakları yükler yüklemeyeceğini ifade buyurur. Ezcümle şu âyetler hatırlanabilir لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah celle celâluhû kimseye, kaldıramayacağı yükü yüklemez.” Bakara sûresi, 2/286 وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ “Allah’ın celle celâluhû gönderdiği dinde, altından kalkamayacağınız ölçüde size zor gelecek hiçbir şey yoktur.” Hac sûresi, 22/78 Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de şu sözleriyle, tebliğ ettiği dinin iki temel özelliğine dikkat çekmiştir بُعِثْتُ بالحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ “Allah beni, hanîfiyye-i semha’ ile gönderdi.” Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266 Burada geçen “hanîfiyye” lafzıyla kastedilen mana, İslâm’ın her tür şirk ve küfür şaibesinden uzak olması ve tevhidi esas almasıdır. “Semha” lafzı ise İslâm’ın genişlik, kolaylık ve müsamaha üzerine müesses bir din olması anlamına gelir. Başka bir rivayet de şöyledir أَحَبُّ الدِّينِ إِلَى اللَّهِ الحَنِيفِيَّةُ السَّمْحَةُ “Allah’ın sevip razı olduğu din, hanîfiyye-i semha üzere olandır.” Buhârî, imân 29 Buna benzer diğer bir hadiste ise Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ “Din kolaylıktır. Kim onu zorlaştırırsa altında kalır ezilir.” Buhârî, imân 29 Allah ve Resûlü, bu ifadeleriyle, özü itibarıyla kolaylık üzerine müesses olan dinin zorlaştırılarak yaşanmaz getirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Din, teklif ettiği hükümler itibarıyla altından kalkılmaz değildir. O her ne kadar mü’minlere bir kısım yükler yüklese de bunlar taşınabilecek yüklerdir. Eğer bir insan, “Ben günde beş yüz rekât namaz kılacağım, ömür boyu oruç tutacağım, hayat-ı içtimaiyeye hiç karışmayacağım, bir evin tokmağına dokunmayacağım, evlâd u iyalle hiç meşgul olmayacağım…” derse, tabiatıyla savaşıyor, hayatı tersine götürmeye çalışıyor demektir. Fıtratla savaşan birinin başarılı olması mümkün değildir. Fıtratın rüzgârını arkasına almayan, dinen mükellef olduğu temel disiplinleri de yerine getiremez. Kullarının tekvinî emirler içindeki yerini, neyi götürüp neyi götüremeyeceklerini en iyi bilen Allah, buna göre mükellefiyetlerle onları mesul tutmuştur. Yememe, uyumama, evlenmeme, meşru dünya zevklerini bütün bütün terk etme ve tüm hayatını mabette geçirme gibi şeyler insanî fıtrat ve tabiata terstir ve dolayısıyla uzun süre götürülmesi mümkün değildir. Kur’ân, Hıristiyanların ruhbaniyet uygulamasını şu şekilde eleştirir “Nuh ve İbrahim’i birer peygamber olarak gönderdik ve onların zürriyetlerine peygamberlik ve kitap verdik. Onların bir kısmı hidayet üzere yaşasalar da pek çoğu yoldan saptılar. Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu Îsâ’yı gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendi ortaya çıkardıkları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, Allah’ın rızasına nail olma düşüncesiyle kendileri icat ettiler. Ne var ki ona gereği gibi de riayet etmediler. Onların iman edenlerine mükâfatlarını verdik. Buna mukabil çokları da Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu doğru yoldan saptılar.” Hadîd sûresi, 57/26-27 Hıristiyanlar, kendilerine emredilmediği hâlde ruhbanlığa talip olmuş ama onun altından kalkamamışlardır. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Allah’a daha çok kulluk yapma adına bütün geceyi ibadetle geçirme, her gün oruç tutma, ailelerinden uzak durma gibi kararlar alan sahabeden bazılarını bundan menetmiştir. “Ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve kötülükten en çok korunanınızım. Böyle iken bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında da uyur istirahat ederim. Aynı zamanda benim bir aile hayatım da vardır. Her kim benim bu yolumdan gitmez sünnetime uymaz da ondan yüz çevirirse benden değildir.” Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5 sözleriyle onlara fıtrat ve kolaylık yolunu göstermiştir. İslâm’ın fıtrat, kolaylık ve müsamaha üzerine bina edilmesi ve onda güç yetirilemeyecek ağır mükellefiyetlerin bulunmaması, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir lütuf ve rahmetidir. Nimet-Külfet Dengesi Hz. Bediüzzaman; yaptığımız kulluk ve ubudiyeti, elde etmeyi düşündüğümüz nimetleri kazanmanın yolu değil, önceden mazhar olduğumuz nimetlerin bedeli olarak değerlendirmemizin doğru olacağını ifade ediyor. Evet, biz, Allah’a karşı çok şey borçluyuz. Bununla ilgili olarak üzerimize bir sürü vazife ve sorumluluk terettüp ediyor. Dolayısıyla Rabbimize karşı ne kadar ibadet yaparsak yapalım, O’nun hakkını eda etmiş olmayız. Allah, bizleri yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkarmış. Arkasından bizlere hayat lütfetmiş. Bununla kalmayıp akıl ve şuur sahibi insan kılmış. İnsan olmanın da üstünde bizleri imanla şereflendirmiş. Bunların her biri, öncekine göre farklı bir kıymet arz eden çok büyük nimetlerdir. Bütün bunların yanında Cenâb-ı Hak bize, sayılamayacak daha birçok nimet lütfetmiştir. Bütün bu nimetler kendi cinsinden şükür ister. İnsanın, kendisini iç içe lütuflarla kuşatan Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluk mükellefiyeti vardır. Öncelikle bu hususun aklen, mantıken kabul edilmesi gerekir. Kul, Rabbine karşı bir sorumluluğunun olduğunu bilmelidir. Dünyevî birtakım mazhariyetlere eren bir kimse, İmam Ebu Hanife, İmam Gazzâli veya Hazreti Bediüzzaman’a talebe olma bahtiyarlığına eren biri, böyle bir mazhariyetin gerektirdiği bir kısım sorumluluk ve mükellefiyetlerinin olduğunu bilir. Peki, her türlü mazhariyetin ötesinde, Allah’ın kulu olan, Resûlüllah’ın arkasında saf tutan mü’minler ne büyük bir mesuliyet ve yükümlülük altında olduklarının farkında mıdırlar? Mükellefiyet ve külfet, aynı kökten gelen iki Arapça kelimedir. Her mükellefiyet, az ya da çok bir külfet içerir. Yani, bir mükellefiyeti olan kişi, bazı zorlukların üstesinden gelmek zorundadır. Ne var ki dinî mükellefiyetlerin içinde barındırdığı zorluklar, takat-i beşeri aşan şeyler değildir. “Teklif-i mâ lâ yutak kişiyi, takatini aşkın bir şeyle yükümlü tutma” içermeme, dinin temel karakteridir. Dünyadaki her işin kendine göre büyük ya da küçük zorlukları vardır. Dinî yükümlülükler de buna dahildir. Bununla birlikte İslâm, bütün hükümleriyle yaşanabilir bir dindir. İşte dinde kolaylığın asıl olmasından kastedilen öncelikli mana budur. Biraz daha açacak olursak, dinî emirlerin yaşanmasının belli ölçüde bir külfet ve zorluğu vardır. Mesela Allah Resûlü sallâllahu aleyhi vesellem, günahlara keffaret olup insanın derecesini yükselten amellerden biri olarak, إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Zor durumlarda bile abdestini tastamam almayı” sayar. Müslim, tahâret 41 Cennet’in nefsin hoşuna gitmeyecek bir kısım zorluk ve meşakkatlerle mekârih çevrili olduğunu, yani Cennet’e girmenin bunların üstesinden gelmeye bağlı bulunduğunu bildiren hadis-i şerif de aynı manaya işaret eder. Buharî, rikâk 28; Müslim, cennet 1 Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetlerin her birinin de kendine göre bir zorluğu vardır. Fakat bunların hiçbiri, kaldırılamayacak, götürülemeyecek ve üstesinden gelinemeyecek yük değildir. Öte yandan, dinin emir ve yasaklarına, sadece kulun meşakkat çekip çekmemesi açısından da bakılmamalıdır. Bunların maddî-manevî, dünyevî-uhrevî pek çok fayda ve hikmetler içerdiği unutulmamalıdır. Mesela Allah’ı zikretmek ve ibadet ü taat, insanın içinde öyle bir itminan hâsıl eder ve onda öyle bir ruh inşirahı meydana getirir ki bunun yeri başka bir şeyle doldurulamaz. Nitekim Kur’ân da kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle oturaklaşacağını ve itminana ereceğini ifade buyurur. Ra’d sûresi, 13/28 İbadetlerin her birinin ferdî, içtimaî ve iktisadî hayatımıza bakan yönleri itibarıyla daha birçok faydaları olduğu da muhakkaktır. Bunların hepsinin ötesinde insanın ebedî Cennet nimetlerine kavuşması, Allah’ın rıza ve rıdvanını elde etmesi bu mükellefiyetleri yerine getirmesine bağlıdır. İbadetler ve dinin emrettiği muamelata dair hükümler, içerdiği bütün maslahat ve hikmetlerle birlikte düşünülecek olursa bunların zorluk olarak görülmesi mümkün değildir. İşte dinin hanîfiyye-i semha olmasının bir manası da budur. Kolaylaştırın, Zorlaştırmayın! Din, kolaylık üzerine müesses olduğu ve insana hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı adına çok büyük hayırlar vaadettiği hâlde maalesef bazıları onu yaşanmaz gibi görebiliyor. Çağımız insanı manevî hayatı itibarıyla çok yaralı. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi asırlardan beri rehnedar olan, harabeye dönen bir kaleyle karşı karşıya bulunuyoruz. İmanın temel esasları sarsıntıya maruz kalmış. Zat-ı Ulûhiyet mevzuunda tuhaf tuhaf düşünceler ortalıkta geziyor. Allah Resûlü’nün izinden gidilmiyor, sünnetine uyulmuyor. Anne-babaya karşı fevkalâde bir saygısızlık var. Yuvalarımız dağılıyor, akrabalık bağlarımız zayıflıyor, sosyal münasebetlerimiz bozuluyor. Allah’a karşı asıl yerine getirilmesi gereken vazife ve mükellefiyetler yerine getirilmeyince, onun berisindeki sorumluluklar hayli hayli ihmal ediliyor. Sanki alabora olan ve içindeki her şey sağa sola dağılan bir geminin içinde bulunuyoruz. Dinî hükümlerin kadr u kıymetinin bilinmesi ve işin zorluğuna bakmaksızın onların hassasiyetle yerine getirilmesi için, her tarafı harap olmuş bu kalenin tamir edilmesine, parçaları sağa sola dağılmış geminin yeniden derlenip toparlanmasına ihtiyaç var. Farklı bir ifadeyle, toplumun çok ciddi bir rehabilitasyona tâbi tutulması ve irşad edilmesi gerekiyor. Bunun için de bir araya gelişlerimizde sözü hep sohbet-i Canana getirmeli, sürekli iman, marifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk üzerinde durmalıyız. Bir taraftan mükemmel bir temsil ortaya koyarken diğer yandan da her fırsatı değerlendirerek insanlara Rabbimiz’i, Efendimiz’i ve dinimizin güzelliklerini anlatmalıyız. İslâm’ı anlatırken “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” Buhârî, ilim 11; Müslim, cihâd 6 esprisine bağlı kalmalı ve dinin objektif hükümleri üzerinde durmalıyız. Hususiyle, pek çoğu itibarıyla Medine döneminde nazil olan beş vakit namazı kılma, Ramazan orucunu tutma, malın belli bir kısmını zekât olarak verme ve haramlardan kaçınma gibi açık ve muayyen hükümleri öne çıkarmalıyız. Bununla birlikte, dinin bu objektif hükümlerinin yanında birtakım “sübjektif mükellefiyetler”in olduğunu da unutmamalıyız. Allah dostları, sınırları ve çerçevesi belli olan hükümleri yerine getirmenin yanı sıra, işin çok daha zoruna da talip olmuşlardır. Onların bir kısmı, Mekke’de nazil olan mutlak emirleri esas alarak, bütün ömürlerini ibadet ü taatle geçirmişlerdir. Bu da insanın marifet ufkuyla ve ihsan şuuruyla alakalı bir meseledir. Fakat günümüzde kendisini böyle bir sorumluluk altında hisseden ve buna göre hareket eden insan sayısı bir hayli azdır. *** Not Bu yazı, 28 Nisan 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.
allah tan en çok korkanınız benim